Etiketler

16 Şubat 2014 Pazar

Under the Skin / Korku, insanlığın başlangıcı

Karşımızda Jonathan Glazer, İngiliz yönetmen. En sevdiğimiz klip "Rabbit in Your Headlights'ı o çekti mesela.( Gerçi biz onu Doğuş'un yalnızım klibi olarak biliyorduk.) Massive Attack'in "Live With Me'sini, Radiohead'in Karma Police'ini... Daha önce iki uzun metrajlı denemesi olmuş. "Sexy Beast" ve "Birth". Şimdi 10 yıl aradan sonra üçüncü filmi "Under the Skin" gösterimde. Venedik Bienali'nde seyircilerin büyük kısmı tarafından yuhalanan bu film, bir kısmı tarafından da alkışlanmış. Bense filmden çıktığımda hem yuhlamak, hem alkışlamak istedim. 



-spoiler-

Film gitgide yakınlaşan bir ışıkla başlıyor. Kitabı okumayan bir seyircinin bu ışığın ne olduğunu yorumlaması zor bir ihtimal olsa da, Laura'nın (Scarlet Johansson) yeryüzüne yolculuğu olarak kodlanabilir. (kitapta Isserley-Laura- insanları etleri için satan bir uzaylıdır ve hiç özlenmeyecek otostopçu adamları arabasına alarak onları tuzağına çeker. ) Glazer -bana kalırsa- kitapta uzaylı olarak bilim kurgulaştırılan karakteri daha da yersizleştirir. Galaktik bir görsel yerine ışık kullanarak Laura'nın yolculuğuna işaret etmiştir. Sadece başka bir galaksiden değil, başka bir boyuttan da olabilir bu yolculuk, başka bir zamandan da. Önemli olan onun yabancılığıdır. İnsan olmayı da, yaşadığımız dünyayı da bilmez. Sadece ona dünya üzerindeki görevlerini aktaran/gösteren/belirleyen? bir yol göstericisi vardır. yol göstericisinin gerçekten hep yolda olması da tatlı bir Glazer şakası olabilir=) 

Yani aslında bu film Glazer'in insan deneyidir. 

Hep sorulan o soru. İnsanı insan yapan nedir? Derimizin altında ne var?

Laura bu dünyaya bir femme fatale olarak gelmiştir. En güçlü tür. Amacı baştan çıkarmak ve yok etmek üzerinedir. Merhametsizdir. Bir anlamda Otomatik Portakal'daki Alex'tir. (Kubrick'in yönettiği bu filmde Alex sosyal varlık olmayan, insanın primitif hali gibi düşünülebilir. Sadece haz almak ve yok etmek üzerine kurgulanmıştır. Rehabilite içinse ona korkuyu öğretirler. Güdülerini takip ederse başına gelebileceklerle korkuturlar. 'Arzularımız o kadar şiddetlidir ki bazen birbirimizi parçalamak isteriz. Ama topluluk duygusu bizi durdurur. Lütfen not edin : işte bu, neredeyse ahlakın tanımıdır.' Nietzche

Laura insanların arasındaki yolculuğuna insanların en yoğun olduğu yerden, kent merkezinden başlar. Bir AVM'de birbirinin aynısı ve anlamsız görünen insanların arasında. Yerine geçtiği hayat kadınının dolabını tamamladıktan sonra avlarını aramak için sokaklarda kamyonetiyle yola çıkar. -Film gizli kameralar tarafından çekilmiştir dolayısıyla çevredeki insanlar kurgu değil, günlük hayatımızdaki insanlardır. Arabaya alınan otostopçular bile filmde olduklarından habersiz olarak sahneye başlamış, sonrasında bilgilendirilmiştir.- Kurbanlarını şehvetin içinde hapseden (gerçekten bunun sahnesi var!!) Laura'nın acıma duygusu yoktur,zarar vermeyi tanımaz. Çünkü zarar verilmeyi bilmez.  Kurbanlarına karşı acımasızlığı, aracına aldığı bir adamla beraber değişir.  İlk korku onu insana dönüştürmeye başlamıştır. Sonra kaçmaya başlar. İnsanlardan da, motosikletliden de. (yani onun hayata geliş amacını, "güdülerini" yerine getirmekten de)



İnsanların arasından giderek uzaklaşıp, kentten çepere saklanır. Ne yapacağını, nereye gideceğini, ne istediğini bilmemektedir ve belli ki karşılıklı sevgi ile bir dilim pastanın hayattaki amacı olduğuna da ikna olmamıştır. Çeperden de pür doğaya sığınan Laura, zarar verme kabiliyetini kullanmaktan artık tamamen vazgeçmiştir, tek amacı korunmaktır. Fakat kimsesizliğin ortasında karşılaştığı bir yabancı ona tecavüz eder. Aslında filmin başından beri karşılaştıklarını baştan çıkararak onları yok etme kabiliyetinde ve amacında olan Laura, bu sefer kendi silahıyla mahkum durumuna geçer. İnsan için hem yok edebilir, hem de yok edilebilir olmanın çelişkisi aslında hiç ehlileşmemiştir ve çevrelerinde yargılayacak kimsenin olmaması durumunda tüm vahşetiyle ortaya çıkıp onu ateşe vermiştir.  Karda yanarken derisi bir arayüz gibi elinde kalır. İçinden kapkara özü çıkar.


23 Ekim 2013 Çarşamba

Arkadasini soyle sana kim oldugunu soyleyeyim.

Zenginlik bence elindekinin kaybetmeye endise etmeyecek kadar fazla olmasidir. Paran cok olmasa da kupe zengini olabilirsin pekala. Ya da cesaret zengini. Herkese, her seye yetecek bir gotun vardir. Cok asigin vardir belki, ne zaman ailenle tartissan birini ariyorsundur anlatmak icin. O acmazsa otekini -o da kesin acar tabi. Cok arkadasin olabilir. Hepsini hem cok sevdigini dusunuyor, hem de gitseler etkilenmeyecegini biliyorsundur. Herkes o kadar cok ki
Zenginlik azizim, herkesin sahip olabilecegi bir sey. Soru ki, kaybetmeyi tatmayacak kadar fazlasina sahip olmak ne demek?

3 Ağustos 2013 Cumartesi

Dancing with myself

Her kimin gözünde kendimi sevdiysem, onu da sevdim. Belki de her şarkı bana çaldı.

30 Mart 2013 Cumartesi

ses

Luc Besson - Angel-a
Seni sevebilirdim. Reddettigin her seyinle. O kadar kolay ki seni sevmek. Gözünü en yumduğun taraflarin en görmeyi istediklerim. Kendinden uzaklastirmayi istediklerinse beni sana baglayanlar. Cok guzelsin. Cok guzelsin. Cok güzelsin.

10 Mart 2013 Pazar

mart musallat

Marguerite Chauvin-

Apesanteur (weightlessness)


kendimi insanlara genelleyemem. et düşkünlüğüm yoktur. - ya da böyle sanırım.- bu sebepten kendimi diğerlerinden kalın bir çizgiyle ayırırım. kadınlığımı anlamışlığım da yok. adet günlerimi bilmem. doğurganlığımı kullanmayı hiç aklımdan geçirmedim. içimde bir şeylerin büyümesi fikri ayakkabının içinde ayağımı oynatamazsam delireceğim takıntısı gibi. biraz çekindim bu fikirden hep. iyi bir aşık değilimdir, herkese eş mesafede bir ilgim vardır, kimisi çok bulur bunu kimisi az. sevgililerim ise hep az. süreklileşen şeylere tahamülüm yoktur, her gün prenses yatağında uyanmaktansa, tanımadığım bir evde koltukta kıvrılmış uyanmayı tercih ederim. yo, hovarda da değilimdir, keşke canım bir şeyler çekse de peşine gitsem, ama ben yazık ki size bakmaya gelirim.
bütün bunlardan dolayı kendimi ne isteyebilir, ne istenebilir bulmuşumdur.
yine de zaman zaman anlayamadığım bir dürtü 
musallat olur. musallat, çünkü sizlerin anlattığı gibi pembe düşler kurdurmaz bana. ne beklediğini bilmeyen bir bekleyişte asılı kalırım. ne bir şey yaparım, ne yoluma bakarım. 
ben eşikte beklerim. bir şey olsun diye. benim dışımda, benim engelleyemeyeceğim bir şey, bana rağmen olsun diye.


27 Ocak 2013 Pazar

bakıyorum da, artık eskisi gibi değilim. bana değdiğin her halimden belli. gördüğümde de sen varsın, beni görende de...

işte şimdi gidemezsin.

13 Ocak 2013 Pazar

rahat ol, hepimiz kasıyoruz.

insanların doğaları ile olan ilişkisi hep ilgimi çekmiştir. nedir doğa? nedir insan doğası? doğal insan kimdir? içinden geleni yapan insana doğal mı diyoruz? ama içinden gelenin, içine girene kadar geçirdiği suni süreçler ne olacak?
suni yediğimizi, doğal sıçabiliyor muyuz?
doğalımızın içine kim sıçtı ya da?

cevap veriyorum; medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.

derme çatma bilgimle big bangten başlamak istiyorum.
önce insan yok. safi doğa (kapsar; böcekler, yıldızlar ve ay, kum, kaya, uzaysal terimler, mamut falan...)
onlar baya süre insansız varlar. -insan yok ama belki 'ilk gelişmiş form insan' projesinden önce 9 kere denendi, her seferinde infilak ve yeniden başlasın.-
sonra insan geliyor -merhaba insan, acaba adın adem mi? şaka.
zavallı insan yalnız. kendini güdüleriyle anlıyor. doğa ile olan ilişkisi bire bir. o insan gerçekten güdüleriyle hayatta kalıyor. o doğal. ona doğal insan derim ben. korkuyor, acıkıyor, acıkınca öldürüyor, üremek için sevişiyor (bak burada bir hinlik söz konusu, sevişmekten zevk aldığını anladığı an, işte o an. o ana bir detail cloud'u koymak istiyorum) sevmek, acımak, onur, gurur, minnet, erdem gibi senaryoya sonradan eklenen kısımlardan habersiz.
doğadan korkuyor haliyle insan. gece bir olay, gündüz ayrı. karı var, fırtınası var. lav mav, bir sürü tırstırıcı durum. çaresizlikle doğanın efendiliğini kabul ediyor.
ilk din; doğanın neresinden tutarsan. kimisi için ay, kimisi için dağ. inek.

sonra insan, bir şekilde doğanın efendisi olmaya başlıyor. ineği eğitiyor,toprağı kullanıyor. öldürmeden de hayatta kalabiliyor. e çok güzel o zaman, savaşmayalım sevişelim.
fakat hacı, ben bu ineği besledim, sen geldin kestin ama oldu mu hiç? olmadı. bir şeyler eksik.
ne acaba?
tekrar cevap veriyorum. medeniyet.
insanların birbirlerini öldürmemelerini ve haklarını korumalarını (hak tanımına da bir detail cloud) nasıl sağlamak lazım?

medeniyetle beraber ilk "kutsal din"ler devreye giriyor. ondan önce ateş, ay, fil falan gibi yerel kahramanlarla şekillenen din, bunların hepsini kapsayıp , görünürde hiçbir şey, fakat kapsamda her şey olarak evrilip soyutlaşıyor. -çok iyi fikir. çağımızın en iyi fikirlerini yüz kere zikerberg.

bu noktada doğadan kopuyor insan. hiyerarşik düzende doğanın yöneticisi var çünkü. aşırı soğuklarda da, sel baskınında da, bereketsiz toprakta da, artık muhatabı tek. doğadan değil, tanrıdan korunuyor.

tabi ki bu çok iyi fikir sadece doğaya hakimiyeti içermiyor kapsamında. doğanın ceza vermediği zamanlar için daha da iyi bir ceza yöntemi kullanıyor. hayal gücü. fenomen tanrının, fenomen cezası. ve tabi ki ödülü.

(cennet ve cehennem nietzche'nin dediği gibi "dünyadan daha gerçek bir dünya yaratma yalanı" değil bence, doğadan daha tutarlı bir ceza-ödül sistemi oluşturma çabasının ürünü)

bu kızgın ve şefkatli mona lisa tanrıdan korkmuş insan artık ötekinin ineğini de öldürmüyor. ama bazen içinden öldürmek geliyor. bazen komşunun karısına dalmak geliyor. bazen can erikleri çalmak geçiyor içinden. bazen ağzı açık, dili dışarıda bir topluluğun önünden geçmek de geliyor içinden belki. e bu kızgın tanrı, içinden geçenleri hep başka şeylere paketledi ama? komşunun karısına dalmamak erdem isimli bir pakette 4 huri pointsle bekliyor. dalınca ateş. falaan felaaaannn
bu iş baya bir uzuyor. hak tanımı geliştikçe, haklar üzerinden toplum normalleri belirleniyor, herkesin bir arada, huzur içinde yaşamasını hedefleyen "ahlaklı" medeni toplumlar oluşuyor, medeniyet kavramı doldukça doluyor, din insanın insanla, insanın doğayla olan bütün ilişkisini düzenleyen bir arayüz olarak yıllarca sür saltanatı anam sür. ( bu arada olan pek çok din savaşları, din paketindeki pek çok alt temayı falan bu dersimizde işlemedik, o derse ben girmiyorum zaten)

sonra geliyoruz aydınlanmaya. (neden çağı). pek çok yerden ayrı sesler, fransız devrimi, katolik ve ortadoks kiliseleri arasındaki dinamik ve luther king ile başlayan benim dinim, benim kararım hikayesi bir sürü başka şeyler, itirazlar, itirazlar...

ve hop iki kadın, bir adam, din çekilir aradan.
başa döndük. insan doğayla yine karşı karşıya.
hakkını aradın insanoğlu fakat hak neydi? önceden tanrının kuralı senin hakkındı, dedin ki yemez. doğaya baktın, artık doğa dediğin evinden izlediğin yağmur, bahçendeki çim, ağılındaki büyükbaşlar ve atın buttermilk. -eh, hikayemiz avrupa aristokratının üzerinden yürüyor, osmanlıda şu aralar lale devri var, kafalar bambaşka-
özetle o noktada sıçtın işte. doğalın içine medeniyet sıçtı, sen de baya suni sıçtın, basurun modern dönemde kanayan yara. din ile medeniyetin ortak ürünleri olan, doğada olmayan, ama doğanda olduğu iddia edilen pek çok kavramla karşı karşıyasın insanoğlu. aşk, vicdan, haksızlık, onur, erdem, kibarlık..  bir insan gerçekten kibar doğar mı? ya da vicdanlı? erdemli? doğanda varsa doğal formlarının emareleri neredeydi? doğanda yoksa bunları nasıl doğal olarak ifade etmeliydi?  işte gerçek kültür mirası.

aydınlanma döneminde olan önemli bir gelişme de sanayi devrimi.bu devrimle beraber insan çok acayip yanlış bir gaz alıyor. bilime ve teknolojiye olan inanç ile doğaya sorması gereken soruyu unutuyor ve cezalandırıcı değil faydacı tanrısını tutuyor.

bir ara faz-romantizm



aslında bu dönemde insan, doğa ile karşılaşma deneyimini yaşıyor bir süre. sanayi devriminin rasyonelliğine, duygudan yoksunluğuna ve erginleşmiş zeka ile doğayı çözümlemek, anlamak için bir kere daha bakmaktansa, ondan uzaklaşıp sürtünmesiz ortamda yeni bir hayat deneyi yaratma çabasına bir tepki olarak doğuyor romantik akım. pek kalınmıyor ama burada.-lars von trier melancholy filminde romantik dönemi kutsar modern algıyı yerer. bütün film doğa - insan çelişkisi üzerine kuruludur. -  yeri gelmişken vanlı vonlu bir soyadım olsun çok isterim. berrin von trier.

öte tarafta bilim ve teknoloji dayanılamaz yeni bir fenomen oluşturuyor. sıkıntı - çözüm, sıkıntı - çözüm, para - çokomel... sırtını bilime yaslayan sağlıklı bir hayata kavuşuyor.
ve o güne kadar doğayı taklit ederek kendini konumlayan insan doğaya siktiri şöyle çekiyor;





maleovich- black square on white, üzerinde anlamların yerleştiği her türlü objeyi, doğayı reddeden suprematizm, modernizmin amcası sayılır. 

resim sıfır noktasına dönüşü simgeleyen bir manifesto sayılabilir. bu kare ne dersek odur. ruhtur, tanrıdır, bir şeye başlangıç veren tinsel devinimlerin tümünün başlangıcıdır. - insanı geçmişinden arındıran, koparan ve özgürleştiren, kalbimiz kadar beyaz sayfanın başı- benim bundan anladığım ise insanın artık doğanın diliyle konuşmak istememesi, doğanın reddi. insan artık kendine yeni bir analitik düzlem oluşturup güzel ve çirkin gibi en tinsel kavramları dahi kendi kesin gerçekliği üzerinden konuşmak niyetinde.aferin insan bu da fena fikir değil ama bir çift ışıldayan gözü karekök iks? olmadı di mi?

sonra geliyoruz artık modern dönemlere. (burada da aslında modernizm, postmodernizm amca dayıoğulları var orada bayağı ekmek var ama onu da atlayacağım orası da çok uzun)
bin dokuz yüzlü yılların başındaaan ikibinlere geldik, artık insan ve doğa iki ayrı paralel evrendeler. bilim ve teknoloji sayesinde kendisini süper güç ilan eden insan, doğru dozda doğru ilacı zerk eder ise hiçbir olumsuzluktan etkilenmeyen cam fanusunu kurabilir hale geliyor. bu camdan bir fanusun içerisinde doğayla hiç muhatap bile olmama lüksüne sahip. o derece ki, deprem olsa, sel bassa, tsunami çıksa, -ne bileyim say işte doğal felaket listesinden- kendi örgütlenmesine gidip, bu niye oldu? olduysa da niye önlemini almadık? diyebilecek seviyede. kendi arasındaki ilişkileri de politika ile düzenlemiş -en azından niyet bu- din de hayli yara almış ama hala sahnede.
-bu konudaki hislerimi en güzel açıklayan film için adam's aebler. önermeden geçemeyeceğim.-
dışarıdan bakınca baya olmuş gibi görünüyor. artık iyi de kavram, kötü de kavram, güzel de kavram. moda insanın nefret ettiğini sevmesi ve sevdiğinden nefret etmesidir diyorlardı bir moda dergisi reklamlarında. kaygan kavram zemininde her şey. anladığımızı seviyoruz. anlamadığımız ötekileşiyor. ötekiler iyi çalışıyor argümanlarını, geliyorlar ve onları da anlayınca onlar da öteki olmuyor.
her şeyin çözülebilir olduğuna artık eminiz. psikanalistler var, sen çözemezsen yardım isteyebilirsin. ama her şey çözülebilir. bak listede var nasıl davranman gerektiği. her şey çok net, crystal clear. lütfen pozitivist ilerlememizin önünde durma, ilerleyerek gelişiyoruz. doğayı yendik, kültür ile her şeyi yeniden tanımladık. güvendeyiz. cam fanusumuzdan doğayla ilgili tahminlerde bulunabilir, doğalla ilgili yorumlar yapabiliriz. medeniyet artık enginlere sığmayıp taşıyor bu noktalarda.

 modern dönemin bir evladı olarak soruyorum; bunca yapılı, ön kararlı, aktarmalı yaşam tecrübesinin, "kültürün" olduğu, her şeyin önce kavramlaşıp sonra kayganlaştığı sistematik bir düzenin içinde kim doğal? doğa ne biliyor muyuz ki, doğal olalım? neye doğal diyorsunuz bir türlü anlayamadım yıllar geçti.

bütün bu yazıyı sadece ve sadece doğal olduğuna inanan güzel insanlarımız için yazdım. yok öyle bir şey.
bir kere doğalın kelime olarak zıttı kültür. hem kültürlü, hem doğal olunmuyor şekerim.
rahat insanım dersin, gıdını yerim.