Etiketler

21 Ağustos 2011 Pazar

reblog

biliyorum bir şey oldu..Hayat’la aramızda bir şey oldu..içindeki bir boşluğu kapatmak için seçmiş beni sanki..bi kenarda dursun dedi benim için..kenardayım..varlığımla pek de ilgilenmiyor gibi, konuşurken yüzüme bakmıyor, sorduğum soruları hep yanımdakilere cevaplıyor, onlar da üzerlerine alıyor haliyle kahkahalarla, umarım benim sorduğumu duymuyorlardır, acıyarak baksınlar istemem, O’nun bir parçasıyım doğru, ama ötesiyle ilgilenmiyor. şımarırım diye mi korkuyor acaba, bu konuda hiç kullanmadım halbuki onu, başıma gelen değişikliklerden habersiz yapıyor kendini, ki önerilerini hep ciddiye almışımdır, hep içlerinden birini seçmişimdir, dikkatini çekmek için bir geveze oldum sorma, lüzumlu lüzumsuz her şeyi anlatıyorum artık ona, heyecanla anlatıyorum hatta, hala ona çok yakınmışım gibi hissetsin diye, şimdi tam her şeye rağmen onu sevdiğimi söyleyecektim, sırtını dönüp yattı...;(.
endam özkaya" hayat eskiyemeyen koca olursa" isimli yazısından

evet, delirişime adım adım şahitlik ediyorsunuz

insanın bütün problemi hala doğasını bulamamaktan kaynaklı. o yüzden bütün bu sorular, suçluluklar, pişmanlıklar ve bütün diğerleri... bence bir aslan başka bir aslanı öldürünce pişmanlık duymuyor ya da bir karınca bütün ömrü boyunca sadece yapması gereken işi yapıyor diye-ve ilginç olanı bunun ne olduğunu da biliyor- hayatını sorgulamıyor, ya da bir köpek bütün gün sokaklarda boş boş dolanıp sıkıldığı için intihar etmiyor.
hep bir üstünlük olarak gördüğümüz insanın gelişmişliği aslında belki de hiç öyle bir şey değildir. çevremizdeki her şey kendi doğasını biliyorken biz doğamızı kültür ile yeniden ve yeniden ve yeniden kurgulayıp sonra infilak ediyorsak ve hiçbirimiz anlamadan ölüyorsak, bilemiyorum ne kadar üstünüz.
belki biz salak gibi her gün koşuşturup, nedenini anlayarak yaşamaya çalışıp, kendimizi etraftaki her şeyden üstün tutarken, öteki bütün varlıklar da sadece ^###??!'^23!!
hatta belki bir tek insanın konuşabilmesi yeteneği de bu büyük oyunun en büyük esprisidir. sırf onlar bize söyleyemesin ama biz bütün yarışmacı arkadaşlar kendi aramızda iletişebilelim diye.
onu bunu bilmiyorum ama karınca neye inanıyorsa ben de ona inanıyorum.




20 Ağustos 2011 Cumartesi

kesin çözümler

waiting for the ricochet...:
mesaj atmış "bugün ne izliyoruz =)" diye
rocco loves jenna diye yazacağım hayatımdan borsille söküp atmış gibi olacağım resmen amk


14 Ağustos 2011 Pazar

dengeli dolu boşlar

araf.sanırım şu aralar en çok tesadüf ettiğim kelime bu. hayır, elif şafakla alakası yok ama konu ara ara oraya da uğruyor elbet.her yerde tesadüf ediyorum bu kelimeye çok çok sıklıkla. belki durum tam olarak beni anlattığı içindir. sanki hayatı yaşamaktan arafa çekilmişim gibi geliyor. bir şeyler oluyor dışarıda, ben bunları görebiliyorum ama katılamıyorum. Girmek istediğim bir yerini arıyorum hayatın. fazla mı boş kaldım, ondan mı oluyor bunlar?

gerçekten hayat çok sıkıcı da, bir süre eğlenceli bir şeyler yapmayınca, ne kadar sıkıcı olduğunu görüp mü deliriyoruz? bütün bu "eğlence toplumu" kavramı gerçeklerle yüzleşip sıkıntıdan ölmeyelim diye mi gelişti acaba? =) eğer öyle bir gelişim süreciyse çok da suçlu tutmayalım ya nesili, iyi bir amaç uğruna her şey=)

sistem saksa bağlandım=)

aslında daha çok sistem rocks gibi oldu=) neyse..

boş zamanlar söz konusuyken hala sıkıntıdan okumayı bırakmamış olan sana güzel bir fikrimi açıklıyorum. eğer sen bunu yapabilecek kapasitedeysen hayatının fikri benden sana geliyor;

şimdi bazen hiç vaktimiz olmuyor da deliriyoruz, sonra çok vaktimiz oluyor yine deliriyoruz ya. ölümsüzlüğün sırrındansa buna kafa yoralım bence. burada iyi ekmek var, ciddi tasarruflar söz konusu. hedef çok boş zamanlarla, çok dolu zamanları birbiriyle kesiştirip dengeli dolu boşlar yakalamak. tool olarak da transparency ve repetition kullanalım diyorum, nasıl fikir?

yarın erken kalkıp projeye başlıyorum

hayatını bir düzene oturtamamış insanlar için pazartesi sendromu çok farklı çalışıyor. siz her pazartesi hayatınızın aşırı düzeninden şikayet ederken, biz her pazartesi bir düzene girebileceğimizin ümidiyle yaşıyoruz. pazartesi her türlü sendrom ama, o konuda uzlaştık.

12 Ağustos 2011 Cuma

yıllar var vazgeçemedim senden

Super Crazy Guitar Maniac Deluxe 3 - Play it on Not Doppler

ben diyorum blog aç orası tarla gibi diye, hiç..

yolda düşünüyodum sonuçta

hah

şeydi

böyle hoca speaking kısmı için genel sorulara cevap nasıl veriyoruz gibi bir şey yapmıştı

mesela neden elmayı seviyorsun gibi soru olsa

sonra yolda düşündüm

nedeni yok bunun

bana böyle bir soru gelse, ben nedeni olmadığını açıklardım.

çünkü elmayı elma olduğu için seviyorsun. o senin için daha parçalanamaz bir şey

mesela elmalı turtayı elma sevdiğin için sevebilirsin

ama klorofil için sevemezsin elmayı

o böyle kişiliğini oluşturan atom gibi. daha bölünmüyor.

ama elmanın rengi, kabuğu, tadı onun nötronunu, protounu elektronunu oluşturuyor

sonra sen sevdiğin meyvelerin molekülünü oluşturuyorsun

yani bunlar senin kişiliğinin atomları gibi

molekül oluyorlar, onlarda birleşip element falan

sonra kişilik gibi.

buyani.

bir burcu köken hikayesi...

böyleyken böyle

ahah şekerim, bugün kesinlikle daha iyi hissediyorum. hayat aç kollarını, ben geldim.

-eğer ki hayatımda kötü bir süreçteysem, ölü taklidi yapıyorum, geçiyor. always works;)

-bir insanın profesyonel olması demek, insaniyetini işe hiç karıştırmaması demek bence. o yüzden ben bu blog sayfam varken hayatta profesyonel olamayacağım mesela. zaha hadid böyle şeyler yazsa gözümden çok düşerdi. tırnaklarını kontrol edemeyen adama ben bina yaptırmam, şahsen söyleyeyim..

-zaha hadid bir, nur yerlitaş iki. bunlar aynı insanlar, buna inancım tam.

-başka bir inancım ise, dünyanın bir deney kabı olduğuna inanmam. bence tanrı dünyadaki bütün canlılara niye yaşadıklarını, amaçlarının ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini söyledi, insana ise zeka verdi, bakalım bulabilecek miyiz diye süründürüyo. bulana madalya vercekmiş. ben bu uğurda zıyan olacağım, haberiniz olsun, gençlik gitti elden, hala elde var 0.

-woody allen "dünya herkesin birbirini yediği koskoca bir restorant bana kalırsa" demişti, bütün varolanların ekosistemin dönüşüne hizmet ettiğini vurgularcasına. ona da biraz katılmıştım.

-banyo yaparken su çok hızlı akıyor, yetişemiyorum, sinirleniyorum. ben küvet insanıyım. bana duş olmadı.

-artık yeni nesil hiç keselenmiyor zaten bunu yavaştan sindirdim fakat ağ şeklindeki lif ve duş jeli çok yalan, bari örgü lif ve kalıp sabun konusunda gelenekleri sürdürelim. o vücut gıcırdamadan içime sinmiyor.

-banyo yaparken, (duş almak demiyorum, ben hiçbir zaman o mertebeye vakıf olamadım, bütün sorun duşta banyo yapmaya çalışmamdan kaynaklanıyor zaten) hızlı çıkmayı da kafam almadı. 5 dakikada duş nasıl alınıyor? bir kere önce kirler yumuşasın diye bir sıcak su süreci var, o neredeyse 5 dakika. sonra saçını yıkıyosun diyelim ki orta boyda 3 dakika. iyice durulamak var, 3 dakika. kremliyorsun sonra, onu kafadan bir 5 dakika beklemek lazım. ben bu süreci diş fırçalayarak atlatmayı tercih ediyorum. sonra onu da durulamak 3 dakika. bir kere bundan önce sabunlanmaya geçemezsin, çünkü kremden sonra yağlanıyor vücut. şimdiden 14 dakika etti. sonra vücudunu sabunlamak, durulamak derken minimum 20 dakikadır o. 5 dakikada yıkanıp çıkana inanmıyorum ben.

- bu sebepten şekerim, siz ezikler gibi koşarcasına duş alırken sabahları işe gitmeden önce, ben işten gelince kokteylimi ve kitabımı alıp, bach eşliğinde, uzak doğudan organik kaplarda getirilmiş banyo tuzları ve kullandığım parfümle uyumlu banyo köpüğümle jakuzimde çok mutlu saatler geçiriyor olacağım. dişimi fırçaladığımda da elimle almıyorum tabii ki suyu, bardağım var kenarda duran. hayır çok mu zor işçi sınıfı, bir bardak koymak? cık cık.. (bu noktada referans vermeye üşendiğim kadar çok uzaklarda bir metine sesleniyorum. eğer okuduysan selam ederim=) )

-son olarak, eğer kara büyü diye bir şey varsa ben bir hocaya gideyim ya. bazen şansım öyle ki, beni kompile domuz yağlamış olsalar, bu kadar olurdu diyorum. bunu diyorum yani..

sevgilerle.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Gotye- Somebody That I Used To Know (feat. Kimbra)- official film clip (HD)

her gün aradım durdum



yıllardır hiç bu kadar işim olmadığı olmamıştı. yani işlerim yine var, hem de pek çok, fakat erteleme lüksüm var. bu ertelediğim süreci ise kendime çaktırmamak adına tek bir günmüş gibi yaşıyorum. mesela son 4 günümü yataktan hiç çıkmayarak sürekli internet başında geçirdim. ailem de duruma alışmış ki annem yemeğimi yatağıma getirdi. biraz utandım ama anne yani sonuçta, anneyle ayıp olmaz, di mi?=)
yarın hayata yeniden atılmayı düşünüyorum. belki sabah uyanıp bakkala falan giderim. bu gün kendimi hiç o modda görmedim mesela. aseton almam lazım 3 gündür, çıkasım yok. yarın gideceğim.

aslında bahsetmek istediğim şu, bu 4 gün beni sosyal ağ bağımlısı yaptı. sanırım hayatımda daha önce böyle bir döneme girmemiştim. sanki facebook ve twitter duvarları bana ait. insanlar yorum yaptıkça ayıp olmasın diye geri cevap vermem gerekiyor? bir saat falan durgunlaşınca bu akış, moralim bozuluyor, ortam hareketlensin diye resim paylaşıyorum, yıllardır selamlaşmadığımız arkadaşlarıma sanki diyaloğumuz hiç kesilmemişçesine yorumlar yapıyorum, blogları okuyorum, çok lazımmış gibi aklıma geleni yazıyorum, hatta, bugün bir gazetede bir halk forumuna bile katıldım. dün de olabilir bilmiyorum günler birbirine çok benziyor. msn de hiç eskisi gibi değil, nerede o eski msnler?
böyle bir hayat da varmış yani gerçekten.
bir de uzun süre twittera yazmadığımda hep ilk yaptığım yorum beni çok geriyordu. sanki bir grup insan kendi içinde konuşuyorlar da ben bir şey deyince bana bakıp "pff" deyip kafalarını çevirip kendi aralarında konuşmaya devam ediyorlar gibi hissediyordum. bu hislerimde çok haklıymışım! çünkü gerçekten şu an o timelineın aktığı duvar bana ait. biz bir güruh insan burada rahatlıkla konuşuyoruz, aklımıza geleni yazıyoruz. çekinerek, çok düşünerek, imlasına dahi özenerek yazan insanı ise anlıyoruz hemen. merhaba=) Aborjinlerle beraber yaşamış "bir çift yürek" yazarının hissiyatları içerisindeyim.
son olarak, takip ettiğim bloglardan birinin sahibi bir süredir yazmıyor, dün kendisini rüyamda gördüm, ben sürekli girip okuduğum için sıkılmış, yazmayacakmış artık, blogunu kapatacakmış. büyük bir pişmanlıkla uyandım.
böyle böyle şeyler

10 Ağustos 2011 Çarşamba

durmuyor deli yüreğim

mezuniyetimde eniştem bana bir kalem seti almıştı. divit kalemin içine beyaz mürekkep koyup siyah defterime yazma hayalleriyle yanıp tutuşurken, hayır o kadar da piyasanın içindesin, gidip kendime beyaz "rapido" mürekkebi aldım. bilmeyenler için, rapido mürekkebi hemen kurur. olayı odur hatta. divit kalemde bu prensip hiç olmadı. hiç, hiç olmadı. ne zaman ki zaha hadid gibin bir eskiz yapmak istesem hayallerimde, olmuyorrr, olmuyor, o mürekkep ya divitin içinde kuruyor, ya ağzında. gidip yeni mürekkep alıp, bu saçmalığa son verebilecek kadar uygulama pratiği yok bende. başka beyaz kalem almak, siyah defterden vazgeçmek de yok haliyle. eskiz yapasım ya da not alasım geldiğinde önce nerede olduğuna emin olamadığım tıkanıklığın açıldığına emin olana kadar yıkıyorum, sonra da suyun beyaz mürekkepte yarattığı seyreltiklik gitsin, saf beyaz gelsin diye imza zigzagı atıyorum(zigzağı yazamadım, elim varmadı).
sonra da yapacağım işi büyük bir meymenetsizlikle yapıyorum.

sadece bir kız sorunsalı olarak değil, lazım bir uzuv olarak; tırnak

tırnakları düzgün insanlardan olamadım hiçbir zaman. parmaklarıma oranla kısa kaldılar hep, ama denklenebileceklermiş umudunu hiç yitirmedim. ideal bir dünyada, tırnaklarımın boyuyla parmaklarımın orantılı olduğunu hayal ederim ama genel süreç hep şöyle olur;
tırnaklarımı uzatırım, bir tanesi kenarından kırılır, ben hepsini keserim,
tırnaklarımı uzatırım, günü geldi diyerek törpüyle denklemeye çalışırım, hiçbiri denklenmez, ben hepsini keserim,
tırnaklarımı uzatırım, stresli bir günüm gelir, sonunun ne olacağını bile bile, çok az yiyeceğim diye ağzıma götürürüm, ben hepsini yerim,
tırnağım tersine kıvrılır, sinirlenirim, ben hepsini keserim.
hiçbir zaman uzatamam bu vesileyle. asıl problem çok eskilerden geliyor;
yıllardan ilkokul, her pazartesi hala tırnak kontrolu yapılıyor, ve ben her pazar akşamı tırnağın etle buluştuğu noktayı sanki, tırnağın etten ayrıldığı nokta ayıpmışçasına kesiyorum. çok güzel kesicem ben, en güzel kesicem!
al işte en güzel sana, salak. tırnaklarımın etle buluştuğu nokta gerileye gerileye bu günlere geldim. görsellerle desteklemek isterdim sevgili okuyan, ancak şimdi fotoğrafını çekerken düzgün görünsün biraz diye gireceğim çaba, kaşıyamadığım sinek ısırıkları olarak bana geri dönecek.
kabul etmeliyim ki benim tırnaklarım bu kadar. sonra da dünyama mutlu devam etmeliyim. sürekli o ideal dünyaya gitme çabası ve bütün hayatını buna giden olmuyorluk içinde yaşamak en küçük parçalarımda bile kendini aynı homejenlikle gösteriyor. gerçeği kabul edememek konusunda böyle bir istikrar. bilemiyorum.


7 Ağustos 2011 Pazar

no-topia

özgürlük deyince, hep uçtuğumu hayal ederim. önümde engin bir gök yüzü olur, tanıdığım başka hiç bir imaj yoktur çevremde. bir yerlerden çıkmışımdır, bir yerlere uçuyorumdur. eğer ki ayaklarım yere bağlanırsa, ait olduğumu hissedersem, artık o özgürlüğün imajı olmayacaktır çünkü.
yani, kendimi anlamaya çalışırsam, benim anladığım özgürlük, aidiyet kavramının zıttı.
sanırım kendimi hiç özgür hissetmedim bu yüzden. ve ne zaman gitsem, özgürlüğümü kazandığımı değil, aidiyetimi bıraktığımı düşündüm.
bu noktalarda "..acı çekmek özgürlükse, özgürüz.." diyerek gidenleri uğurluyorum.

5 dakikada değişir bütün işler..

yıllar önce, ben küçükken, bir komşumuz vardı. bir oğlu ile bir kızı benim akranlarım ve çok yakın arkadaşlarımdı yıllarca. bundan sebep hep görüşürdük. sonra bir gün taşındılar. bir apartman çocuğu olduğum ve bu sebepten mahalle arkadaşlığını hiç yaşayamadığımdan bu gidişleri beni çok etkiledi haliyle, aynayla konuşma hastalığım o günlerden kaldı bana=)
gidişlerinin sebebi ise, benim anladığım haliyle, belki de gidişleri kadar etkilemiştir hayatımı. hikayeleri ise şöyle;
apartmanımızın altında kullanılmayan odalar var. o zamanlar apartmandaki tüm erkekler o odalara inip sabah 3e 4e kadar oyun oynarlardı. okeydir, efendime söyleyeyim bataktır. illegal bir kahve gelişmişti orda, hiçbirimiz babalarımızı göremiyorduk ve bütün kadınlar acayip fitildi=) ama babalar mutluydu hallerinden, hepsi birbiriyle iyi anlaşan kafa insanlardı -ki bu durum sürüyordu diye hayal ediyordum. sonradan öğrendiğim kadarıyla, arkadaşımın babası ben taşınacağım demiş, kimse "kal, nereye?" dememiş. sonra taşındılar. bu hikayenin bilmediğim kısımlarını kendi kendime tamamlayıp buna çok inandım. aslında arkadaşımın babasının taşınmak gibi bir niyeti yoktu ama bir şekilde ayak uyduramadığını hissetti ve sırf birileri ona orda "kal" desin, istendiğini bilsin diye taşınmaktan bahsetti. bence o da bu kadar bir tepki vermek istememişti. çok basit bir anı, çok yanlış değerlendirmişti herkes.
arkadaşımın babası gidince, babamlar da nedendir bilinmez, dağıldılar. bir daha orayı kullanmadılar. herkes sebebini fitil olmuş kadınlar diye bilse de, ben hiç öyle sezmedim.
hayatta çok küçük anlarda çok büyük değişiklikler yaşayabiliyoruz ve bunlar olacaklar. bazen her şey bu kadar basit olabiliyor, yaşanacaklar yaşanacak.
adam da gururlu bir adammış öte yandan. ben hep böyle inandım. belki babamlar da bizi sattı pezevenk diye düşünüyolardır. ihtimaller bitmezken, hayat uçup gidiyor sevgili okuyan. kıssadan hisseni aldın umarım.