Etiketler

29 Aralık 2011 Perşembe

2012, al bu kafayı, yenisini ver bana

bir yanda ne yapacağını bulamayıp sıkıntıdan sürekli sosyal paylaşım sitelerini yenileyen berrin var, diğer yanda insanlar bunca işi yapacak vakti nereden buluyor diyen berrin.
kafalarınızı birbirinize tokuşturcam sizin.

25 Aralık 2011 Pazar

Under Control - The Strokes


I don't wanna change your mind
I don't wanna change the world
I just wanna watch it go by
I just wanna watch you go by
We were young, darling
We don't have no control
We're out of control

I don't wanna do it your way
I don't wanna do it your way
I don't wanna give it to you your way
I don't want to, no

koklayabiliyor muyuz bunu?

emin olamazsın. hissedersin ama emin olamazsın. duygu yani sonuçta, kırmızı değil. bazen ondan bile emin olmazsın ya, bundan hiç olamazsın.
bir gün bir an gelir, olsa olsa bu kadar emin olunur, evet, haklıyım, evet, evet, haklıyım dersin. önünde durulamaz olursun.
sonra zaman geçer üstünden, haklılığını unutursun, her şey yine bulanıklaşmaya başlar, emin olamazsın yeniden, hata yaptığını düşünürsün, aslında öyle olmadığını düşünürsün.
köşelerin zayıflamaya, duvarların yıkılmaya başlar. kendin özne cümleleri, nesne olarak yine kurarsın. acıman kendine değildir, belki de senden başkalarının acılarına inanmak seni daha az acınası yapar diyedir. her niyeyse niyedir, ama artık net değilsindir.
ve eğer şanslıysan, bir gün daha gelir. haklıydım, dersin. hata yapmadım, haklıydım.
çünkü sen kötü biri değilsin.

14 Aralık 2011 Çarşamba

13 Aralık 2011 Salı

...


anladığımızı tüketiyoruz. anlamadıklarımız?
net olmayan, uzaktaki. kendi anlattığı, senin anladığınla birleşiyor.olmuş değil, olabileceklerin hepsi.
ve bu çok güzel.

come into my world

öteki dünya diye bir şey yok. benim dünyam var. senin dünyan var. onun dünyası var...
hepsi hayali dünyalar.
ben yok olunca çökeceğini bile bile bir hayali inşa edecek kadar azimli miyim?

dünyevi şeyler bunlar, küçümsüyorum gibi değil.
sadece düşünüyorum...

12 Aralık 2011 Pazartesi

çoktan seçmeli nilsen

yetişirken kafese yerleştirilip, kare olarak düzgün yer kaplayan karpuzlar var. süper icat bence. böyle her şeyi rasyonalize etmeye çalışıyoruz ya. düzgün düzgün. oh.
her şey çözülebilir. her şey. yerine koy uygula formüller var. koyuyorsun yerine uyguluyorsun. evleneceksin mesela. ev şart. karşı cins şart. bu sıralar evlenceksen led ekranların asıldığı az dolaplı, modern çizgili duvar aparatımsısı şart. bunları yerine koyuyorsun uyguluyorsun.
hayat seçenekleri türlü türlü. memur olcaksın mesela, götünü sandalyeye koyuyorsun. uyguluyorsun.
masa başında deliririm ben, kariyer sahibi olacağım, başarılı olacağım versiyonlarında gününün üçte dördünü koyuyorsun. uyguluyorusun.
bunlardan haz etmiyorsun diyelim, o da mevcut elimizde, lafını ortaya koyuyorsun. uygulanmıyor tabi.
kendi yolumu çizcem ben kimseye benzemeyeceğim diyorsun. yutan eleman var. onu koyuyorsun. uygulamasan da olur.
biriyle beraber olmak istiyorsun. ken ve barbiyi önüne koyuyorsun. onlar ne yaparlardı diye düşünüp onları uyguluyorsun. bak o hiç tutmuyor ama.
çocuk sahibi olcaksın mesela. neyi yerine koyup... neyse.
süper değil mi ya?
işte ben de hangisini seçsem diye düşünüyorum şu sıralar. hepsinde biraz gözüm var itiraf edeyim. kendimi yerine koyup uygulayacağım.
hayatı çözmek bu olsa gerek.

7 Aralık 2011 Çarşamba

bu nasıl lahana, bu nasıl turşu gibi bazı sorular soruyorum

hepimiz totem yapıyoruz di mi? çok uzun süre, toplum nezdinde deli olarak yargılanmama sebebiyet vereceğini düşündüğümden sakladığım bir gerçek oldu bu. ama teoman "çizgilere basmadan yürüyen insanlar"ı deşifre ettiğinden beri sadece kendimizde olduğunu sandığımız anormalilerin hepimizi ele geçirmiş olduğunu gördük. aynayla konuşmak falan, bunlar hep normal şeyler. öyleler?=)
ama ben totem olayını çok yanlış anlıyorum. totemin mantığı -hepimizin bildiği üzere=)- olmasını istediğin bir şey için, adak adamaktır. ama ön koşul bu adağın çok saçma olmasıdır. mesela ağzında aşırı naneli sakız var diyelim, onu yarım saat boyunca çiğnememek olabilir bazen. bazen de 10 dakika yerinden kıpırdamadan karşıya bakmak olur. öyle olur?=)
neyse, diyelim ki ben totemi yaptım. olmasını istediğim bir şey için 3 gece boyunca saçımı örerek yattım. 3 gün sonra bir şeyin olmasını istiyorum. hah, işte o 3 gün sonra ben artık o şeyin olmasını istemiyorum. o iş de olmuyor zaten.
e ama böyle anlaşmamıştık?


27 Kasım 2011 Pazar

yeni başlık

yeninin en güzel yanı hep yeni olması. bu sebepten yok edilemez bir fenomen. ama yeni güzel midir? doğru mudur? sadece yeni olması bir kavramı nereye kadar taşır? yeni olan eskiyince artık nedir?
kendime çok da yenilikçi bir insan diyemem. iyi olduğuna inandığım bir şey yeniyse ne ala. değilse, bunun neresine yeni sokuşturabilirim diye kendimi öldürmüyorum. olması gerekmiyor.
öte yandan günümüzün aydın ve modern insanı yeniyi bir şart olarak görüyor. yenilik modernliğin temelinde de yatan bir kavram. gelişme = yenilik. muhafazakarlık = eskiyi koruma.
şimdi hepimiz muhafaza edebileceğimiz bir yeni bulmak istemiyor muyuz? o zaman hepimiz muhafazakar olana kadar modern miyiz?
yeni de değil bir de. yepyeni. öz hakiki. hakuna matata.
napıyorum ben ya?
görüşürüz.

14 Kasım 2011 Pazartesi

bizim pudingler ne oldu acaba?

puding teoremi.
hayatımın büyük bir kısmını bu teoreme olan inancımla geçirdim. çok küçük olaylara da, hayat görüşüne de uyarlanabilecek mega bir vizyondan bahsediyorum burada=)
teorem kabaca şu; puding uzun bir süre azimle karıştırılır, sonra 1 dakikadan kısa sürede oluverir. sen o süreçte umutsuzluğa düşersin hep, sütünü mü fazla koydum, bizim bardak acaba o bardaktan değil mi diye sorarsın. bu umutsuzluk sürecin bir parçasıdır. pes etmek istersin, olmayacak galiba, bari bardağa koyayım da kakolu süt olsun, içeriz ne güzel dersin. böyle de güzel aslında diye kendini avutursun.
ama bir anda oluverir. yaa, yaa...


4 Kasım 2011 Cuma

hazımsız ergen hikayeleri vol1

üniversiteye kadar "en yakın arkadaş" diye bir tanım vardı, bilmiyorum hala geçerli mi bu tanım, yoksa biz miydik tek kurbanları=)
benim lisedeki en yakın arkadaşıma ithaf ettiğim bir yazı olacak bu=)
öncelikle çok sevdiğim bir insandı. liseye yazıldığım günden itibaren onun en yakın arkadaşım olacağını biliyordum, zaten kayıt sırasında tanışmıştık, başkalarıyla takılmaya çalışsam ayıp olurdu=) o zamanlar sadakat de çok önemliydi. en yakın arkadaşını seçecektin ve o senin en yakın arkadaşın olacaktı. seçtim, oldu=)
lise hayatım boyunca hiç pişman olmadım onu seçtiğim için=) harika bir en yakın arkadaştı. kendimden utanmadan her hissettiğimi anlatabilirdim ona. hep benimle takılırdı, sadıktı=) dinlerdi, anlatacak şeyleri olurdu, kopya verirdi çok, hatta, çoğu zaman benim sınav kağıtlarımı da o çözerdi. bütün gün okulda beraber olmamıza rağmen, eve gider gitmez onu arayıp bir saat konuşmama da bir şey demezdi. salaksam, salaksın demez, benimle salaklığıma katılırdı.
çok severdim gerçekten..
sonra çığırından çıktı onu sevmem. o kadar seviyordum ki, artık o gözümde mükemmel bir insandı. ne giyse yakışırdı mesela. okul formasının üzerine giydiği sweatinin bileklerindeki levis markasının amblemi çok yakışıyor diye bilekleri levis markalı sweat aradım. ama bende öyle durmadı. dandik nivea lipsticklerinin uçuk pembe olanı herkste iğrenç dururken, o sanki makyaj yapmış gibi değişiyordu. ben lisenin başından beri alıyordum kaşlarımı, ama o alınca çok yakışmıştı. saçlarını tepeden çok dandik bir topuz yapınca o hem sportif, hem sevimli oluyordu, bense samuraylara dönüyordum. sınavlardan en aşağı 90 alırdı, ben onun yardımlarıyla 80i zor bulurdum çoğunlukla.
her zaman neşeliydi, herkes onu çok seviyordu, artık onun yanında gölgesi gibi olmaya başlamıştım. onun bana fazla olduğu düşüncesiyle, o kolundaki levis amblemi o kadar güzelleşti ki, hiçbir kıyafet o kadar iyi değildi, boşuna aramayacaktım.
artık yenilemezdi=)
onunla denklenemeyeceğimi anlayınca kıskanmaya başladım. o kadar hırçınlaştım ki, başkalarıyla arkadaş olduğunda sinirimden ağlıyordum. dershaneden arkadaşlarıyla görüşecekti bir haftasonu, yeni insanlarla tanışmaktan nefret ettiğim halde sadece tepkisini ölçmek için ben de gelebilir miyim diye sorduğumda cevap olarak dershaneden arkadaşlarla olacağız dediğinde, benden utandığına emindim. ben de kendimden utanıyordum zaten.
ama en yakın arkadaşlık sözünü bana vermişti, bunu bozamazdı=) öss için test çözerken benden daha zeki olduğunu bildiğim arkadaşlarımla oturup çözmesi beni alenen aşağılaması demekti artık. sıramızı bırakıp başkalarının sırasına gidiyordu=)
bir de ara ara üniversiteden sonra arkadaşların birbirleriyle eskisi gibi görüşmediğini, her şeyin değiştiğini söylüyordu. üniversiteye gidince bir daha beni aramak istemiyor ve bahane olarak kullanıyor diyordum. kıskançlığım artıyor, o gözümde git gide büyüyor, kırılamaz, yenilemez hale geliyordu ve ben çıldırıyordum.
çok sonra, onun gözünden bakabildiğim zaman, haksızlık etmiş olduğumu anladım. yani onun mükemmel olduğunu düşünmekle değil, kendi başaramadıklarım için onu geriye çekmeye çalışmakla. o zaman öyle göremiyordum. zira aslında bana istenmeyen olduğumu düşündürtecek hiçbir şey yapmadı, ben kendimi öyle gördüğüm için bunun hazımsızlığıyla hareket edip zor zamanlar yaşatıyordum ona.
sonra üniversiteye geçtik. o istanbulda kaldı, ben izmire gittim.
bugün görüşmüyoruz onunla. üniversiteye gittikten sonra onu hiç aramadığım için beni her yerden sildi. mahcubiyetim sonsuz, haklıymış.
öte yandan bir tarafım "i made you eat your parents!" diyor=)
bir savunma olarak, tabi ki bunu kasti yapmadım. belki bilinçli tarafları vardır ama altbilinçlidir onlar muhtemelen=)
neyse ki üniversitede en yakın arkadaş diye bir şey yoktu. çok sevdiğim arkadaşlarım oldu üniversitede, ve hepsinin yeri çok ayrı. ama en yakın arkadaş hastalıklı bir şey, bir sürü arkadaş olabileceğin insan var, hepsinin farklı özellikleri farklı güzel yanları var. biriyle oturup çok derin konular konuşurken, diğeriyle dedikodu yapmak, biriyle oyun oynamak, biriyle origami yapmak, biriyle filmlerden konuşmak... bilemiyorum.
hala da açmıyor telefonunu yalnız.

1 Kasım 2011 Salı

öte yandan


"kimlik kaskatı bir kelime, insan olmanın karmaşasını yeterince anlamayan, karşılamayan. Hep bir "kimlik" atfetmek peşindeyiz birbirimize" elif şafak

alaam, allaaaam, aaaaaaaaaaaaaaaaaaa!

başarıyla aramda bir problem var sanırım. bazı insanlar doğal olarak başarılılar. ve o insanları hayranlıkla izliyorum. ben de yapayım diyorum, olmuyor. yapamadıkça afakanlar basıyor, bazen iflas ediyorum, bazen hırslanıyorum. sonra yine yapamıyorum. merhaba, ben mario oynayan kız=)
bugüne kadar çeşitli çıkarımım oldu başarılı insanlardan. önceden her şeye elini atar atmaz başaran insanları başarılı atfetmiştim, zaman ilerledikçe bunun böyle olmadığını, bir işi başaran insanların özellikle bir yönünün gelişmiş olduğunu, diğer yönlerinin bunun arkasında kaldığını farkettim. biliyorum, çok sürpriz değil, ama benim idrakım geç oldu. bu noktada söylemek istiyorum ki, bütün insanlık, hepiniz çok sinsisiniz, ben sağda solda deli gibi bunu da yapmaya çalışayım, bunu da yapmaya çalışayım derken, oh, siz kimliklerinizi oturttunuz, hiç haber veren yok! bir baktım çevreme, okuduklarınız, giyindikleriniz, izledikleriniz hatta neredeyse yedikleriniz bile tutarlı ve size işaret ediyor. ben dolabımı açsam 9 ayrı kadını giydiririm. bir kaç erkek de giydirebilirim belki...
neyse, zararın neresinden dönülse kar diye düşünerek, kendimi incelemeye başladım. yaptığım projeleri inceledim mesela, çünkü onlar benim ürünlerimdi. okuduğum kitapları, dinlediğim müzikleri, bugüne kadarki tüm arkadaşlarımı inceledim. kıyafetlerimi, sevdiğim yemekleri, ilgi alanlarımı...
bu konuda bana en yardımcı olan lastfm oldu çok sağolsun, dinlediklerimin envanterini tutup kategori ettiği için. ama ya ötekiler? bir kere bir arkadaşım bana hediye almakta zorlandığını, çünkü çok belirgin bir özelliğim olmadığını söylemişti.
incelediklerimden gördüğüm kadarıyla ben her şeyi iyi yapacağım derken hiçbir şeyi iyi yapamamışım. bir çaba seziliyor öte yandan. benim tüm hayatım bir jüri özel ödülü bence.
ölünce mezar taşıma, "denemişti" yazarsınız.

27 Ekim 2011 Perşembe

hala vaktin varken, gençliğini yaşamaktan bahsetsem?

"berrin ben hayatımızda pamuklu çamaşırların vazgeçilmez bir yeri olduğunu düşünen bir insanım, gidip bana böyle bir şey öneremezsin."
peki.

24 Ekim 2011 Pazartesi

12 Eylül 2011 Pazartesi

yardım edelim, sahip çıkalım

mimarlık çok başka bir disiplin. bir öğretmen, bir mühendis, bir doktor ne yapacağını biliyor. mezun olacak ve mesleğini icra edecek. mimarlık öyle değil. çünkü disiplin kendi içinde çok çatallı. her konuda fikir yürütmemiz gerekiyor, fakat hiç bir prensibin danışmanı değiliz. bu da sürekli sahanın dışına itilmemizi sağlıyor. kimse bize saygı duymadığından, yaptığı işi çok önemsediği halde önemsenmeyen bir güruh insan haline geldik. mühendis mandasına girenler oldu bu süreçte, ben de sizdenim, lütfen çenenizi kapayın dercesine. ya da sanat içerisinde boğulup, postmodernim lan ben, heykel yapıyorum, var mı diye halktan sıyrılanlar. napıyoruz lan biz, biz kimiz, nereden geldik diye kimlik bunalımına girmiş olan teorik kısmı saymıyorum bile.
kısacası delirdik.
az önce odadan mail gelmiş, nasıl olur da expo 2020 için inciraltını seçersiniz, bize sordnuz mu, kime sordunuz diye.
çok da kızgınız.
adeta ben saksı değilim, en çok bana soracaksın, en çok ben! diyen erol büyükburçlarız.
sevgilerle.

3 Eylül 2011 Cumartesi

i'm lovin' it

ütopya yazarken, kahve, sigara ve ezginin günlüğü eşliğinde yazmam gerekirken, kola, cips ve yabancı müzik ile yazmam, neden aslında yazmamam gerektiğini çok güzel açıklıyor aslında ama ben sakal bırakarak da bir yerlerinden yakaladığımı düşünüyorum.

1 Eylül 2011 Perşembe

ya noluyoz yeââ?

efendim, günlerdir ütopyalar üzerine okumalar yapıyorum. bu okumaların çoğu da, modernizm-postmodernizm kardeşlere dayanıyor. bunlar da komünizm-kapitalizmin alt metinlerinde geçtiklerinden, modernist ütopya derken komünizm, postmodernist ütopya derken kapitalizmi kastediyorum. ben bunları kastetmek istiyor muyum, soran yok tabi. ben belki sadece kübik evlerle, yamuk evler arasındaki seçimimi belirtip çıkacaktım. ama olmuyor.
bir de okuduğum bütün metinlerde halk yerle bir dostlarım. yok neymiş, çok manipüle ediliyormuşuz, hemen kandırılıyormuşuz, çok çabuk unutuyormuşuz, belleğimiz yokmuş, birbirimize benzeyen, eleştiri yoksunu kör bir nesil haline gelmişiz... falan da. daha neler neler. ya bir dakika dostum, sen kimsin şimdi, niye kendini tenzih ettin kalemi eline aldın diye, o bir. benim de hayatımda türlü şey oluyor, kendi hayatımı zor kurtarıyorum, ne istiyorsun benden, tabi ki manipüle olurum, kimin hangi konuda ne kadar doğru söylediğini kanıtlayamıyorsam, birine inanacağım, bu iki. eleştiri yoksunu diyorsun, etiğin bu kadar değişkenlik gösterdiği ve her türlü eleştirinin bir kesimi incittiğini göz önünde bulundurarak, ben kimseye parmak sallama hakkını kendimde görmüyorumdur belki, bu üç. ben daha yediğim yemeği zor hatırlıyorum, sürekli etrafımda bir şeyler oluyor, bunları aklımda tutamazken, bana belleksiz olmakla gelme lütfen, bu da beyin yani. ne istiyorsunuz lan benden? zaten doğar doğmaz nereye geldiğimi anlayamadığım bir hayatta yaşıyorum, kime bu tafranız?
böyle duygularla okuyorum metinleri. bu konulardan hep biraz kaçmış olmamın da etkisi vardır tabi, üzerime alınmamda=) yoksa benim de ütopyam var. imagine my friends=)
neyse, ben bu metinlerden buhranlar gelmişken, uykularımı kaçıran "benim ideal dünyam ne ola ki?" sorusunu biraz aralamak için kuzenimle sinemaya gittim. şirinler vardı. 3d olduğunu dahi bilmeyerek girdim. hatta o gözlükleri görünce biraz bozuldum. n'alakası var yea, şirinleri izlicektik, ne 3boyutu falan dedim. (çok da çirkin olmuşlar ayrıca)
meğer benim şirinler diye izlemeye gittiğim şey, "komünist ütopyaların kapitalist toplumlardaki yeri" isimli 3d animasyonmuş. kafamı dağıtmak niyetim, filmden gelen alt metinler sayesinde yerle bir oldu. kafam karıştıkça karıştı, sinirlerim bozuldukça bozuldu.
daha önceden de smurfian communism isimli bir komünizm anlatısı olduğunu ve amerika gibi bazı ülkelerde çocukları komünizme özendirdiği için şirinlerin yasaklandığını duymuştum. ama şirinleri yaşadıkları yerden bir port açıp gösteri dünyasının merkezlerinden newyorka düşürmeleri ve şu sıralar gösteri dünyasının en sevilen ismi neil patrick harris'in başrol oynaması, onun da en ucuz sektörlerden biri olan dünyaca ünlü bir kozmetik firmasın reklamcısı olması? bir kere film böyle başlayarak beni düşüncelere gark etti. filmin devamında da her saniye komünist düşünce yapısının insan yaşamına ne kadar uzak olduğu, bunun olsa olsa bir idea olduğu, o ideanın da ait olduğu yerde kalıp hayatımıza bulaşmaması gerektiği üzerine gönderiler aldım. bir sahnede şirine marilyn monroe elbisesi giyiyor ve alttan gelen rüzgarla etekleri uçuşuyor. marilyn abla sahnesi=) bunu gören şirinlerin gözleri açılıyor ve birbirlerine aynı şeyi mi düşünüyoruz diye soruyorlar. ve gidip şirinenin yanında rüzgarda popolarını serinletiyorlar.
bu sahneyi izleyen herkes benim gibi görmeyebilir, bunu anlarım, ama bana sanki çok bariz bir şekilde, "eğer böyle bir sahnede, siz de bunu düşünseydiniz, o zaman komünist ütopya olurdu dostlarım, ama ne yazık ki bizim kafamız o kadar iyi niyetli çalışmıyor" dedi gibi geldi yönetmen.
gibi geldi, bilemiyorum. belki de şair bayrağa seslenmiştir, ben yanlış anlamışımdır.
eğer ki şirinler gerçekten bir komünist ütopya anlatısıysa -ki ben böyle olduğuna inanıyorum- bugün kapitalizm şirinleri çok fena harcadı dostlarım. hahah=) facebookta oyunlarının çıkması falan da ne kadar ilişkili bilemiyorum. bir şeyler var ama belli, bir kötü niyet, bir laf sokma, bir ideolojiler çatışması. ben uslu bir çocuk olduğumdan bunları gördüm=)
sadece bir film olarak izlemeye gidecekler için ise, film adeta leş.
sevgilerle.


21 Ağustos 2011 Pazar

reblog

biliyorum bir şey oldu..Hayat’la aramızda bir şey oldu..içindeki bir boşluğu kapatmak için seçmiş beni sanki..bi kenarda dursun dedi benim için..kenardayım..varlığımla pek de ilgilenmiyor gibi, konuşurken yüzüme bakmıyor, sorduğum soruları hep yanımdakilere cevaplıyor, onlar da üzerlerine alıyor haliyle kahkahalarla, umarım benim sorduğumu duymuyorlardır, acıyarak baksınlar istemem, O’nun bir parçasıyım doğru, ama ötesiyle ilgilenmiyor. şımarırım diye mi korkuyor acaba, bu konuda hiç kullanmadım halbuki onu, başıma gelen değişikliklerden habersiz yapıyor kendini, ki önerilerini hep ciddiye almışımdır, hep içlerinden birini seçmişimdir, dikkatini çekmek için bir geveze oldum sorma, lüzumlu lüzumsuz her şeyi anlatıyorum artık ona, heyecanla anlatıyorum hatta, hala ona çok yakınmışım gibi hissetsin diye, şimdi tam her şeye rağmen onu sevdiğimi söyleyecektim, sırtını dönüp yattı...;(.
endam özkaya" hayat eskiyemeyen koca olursa" isimli yazısından

evet, delirişime adım adım şahitlik ediyorsunuz

insanın bütün problemi hala doğasını bulamamaktan kaynaklı. o yüzden bütün bu sorular, suçluluklar, pişmanlıklar ve bütün diğerleri... bence bir aslan başka bir aslanı öldürünce pişmanlık duymuyor ya da bir karınca bütün ömrü boyunca sadece yapması gereken işi yapıyor diye-ve ilginç olanı bunun ne olduğunu da biliyor- hayatını sorgulamıyor, ya da bir köpek bütün gün sokaklarda boş boş dolanıp sıkıldığı için intihar etmiyor.
hep bir üstünlük olarak gördüğümüz insanın gelişmişliği aslında belki de hiç öyle bir şey değildir. çevremizdeki her şey kendi doğasını biliyorken biz doğamızı kültür ile yeniden ve yeniden ve yeniden kurgulayıp sonra infilak ediyorsak ve hiçbirimiz anlamadan ölüyorsak, bilemiyorum ne kadar üstünüz.
belki biz salak gibi her gün koşuşturup, nedenini anlayarak yaşamaya çalışıp, kendimizi etraftaki her şeyden üstün tutarken, öteki bütün varlıklar da sadece ^###??!'^23!!
hatta belki bir tek insanın konuşabilmesi yeteneği de bu büyük oyunun en büyük esprisidir. sırf onlar bize söyleyemesin ama biz bütün yarışmacı arkadaşlar kendi aramızda iletişebilelim diye.
onu bunu bilmiyorum ama karınca neye inanıyorsa ben de ona inanıyorum.




20 Ağustos 2011 Cumartesi

kesin çözümler

waiting for the ricochet...:
mesaj atmış "bugün ne izliyoruz =)" diye
rocco loves jenna diye yazacağım hayatımdan borsille söküp atmış gibi olacağım resmen amk


14 Ağustos 2011 Pazar

dengeli dolu boşlar

araf.sanırım şu aralar en çok tesadüf ettiğim kelime bu. hayır, elif şafakla alakası yok ama konu ara ara oraya da uğruyor elbet.her yerde tesadüf ediyorum bu kelimeye çok çok sıklıkla. belki durum tam olarak beni anlattığı içindir. sanki hayatı yaşamaktan arafa çekilmişim gibi geliyor. bir şeyler oluyor dışarıda, ben bunları görebiliyorum ama katılamıyorum. Girmek istediğim bir yerini arıyorum hayatın. fazla mı boş kaldım, ondan mı oluyor bunlar?

gerçekten hayat çok sıkıcı da, bir süre eğlenceli bir şeyler yapmayınca, ne kadar sıkıcı olduğunu görüp mü deliriyoruz? bütün bu "eğlence toplumu" kavramı gerçeklerle yüzleşip sıkıntıdan ölmeyelim diye mi gelişti acaba? =) eğer öyle bir gelişim süreciyse çok da suçlu tutmayalım ya nesili, iyi bir amaç uğruna her şey=)

sistem saksa bağlandım=)

aslında daha çok sistem rocks gibi oldu=) neyse..

boş zamanlar söz konusuyken hala sıkıntıdan okumayı bırakmamış olan sana güzel bir fikrimi açıklıyorum. eğer sen bunu yapabilecek kapasitedeysen hayatının fikri benden sana geliyor;

şimdi bazen hiç vaktimiz olmuyor da deliriyoruz, sonra çok vaktimiz oluyor yine deliriyoruz ya. ölümsüzlüğün sırrındansa buna kafa yoralım bence. burada iyi ekmek var, ciddi tasarruflar söz konusu. hedef çok boş zamanlarla, çok dolu zamanları birbiriyle kesiştirip dengeli dolu boşlar yakalamak. tool olarak da transparency ve repetition kullanalım diyorum, nasıl fikir?

yarın erken kalkıp projeye başlıyorum

hayatını bir düzene oturtamamış insanlar için pazartesi sendromu çok farklı çalışıyor. siz her pazartesi hayatınızın aşırı düzeninden şikayet ederken, biz her pazartesi bir düzene girebileceğimizin ümidiyle yaşıyoruz. pazartesi her türlü sendrom ama, o konuda uzlaştık.

12 Ağustos 2011 Cuma

yıllar var vazgeçemedim senden

Super Crazy Guitar Maniac Deluxe 3 - Play it on Not Doppler

ben diyorum blog aç orası tarla gibi diye, hiç..

yolda düşünüyodum sonuçta

hah

şeydi

böyle hoca speaking kısmı için genel sorulara cevap nasıl veriyoruz gibi bir şey yapmıştı

mesela neden elmayı seviyorsun gibi soru olsa

sonra yolda düşündüm

nedeni yok bunun

bana böyle bir soru gelse, ben nedeni olmadığını açıklardım.

çünkü elmayı elma olduğu için seviyorsun. o senin için daha parçalanamaz bir şey

mesela elmalı turtayı elma sevdiğin için sevebilirsin

ama klorofil için sevemezsin elmayı

o böyle kişiliğini oluşturan atom gibi. daha bölünmüyor.

ama elmanın rengi, kabuğu, tadı onun nötronunu, protounu elektronunu oluşturuyor

sonra sen sevdiğin meyvelerin molekülünü oluşturuyorsun

yani bunlar senin kişiliğinin atomları gibi

molekül oluyorlar, onlarda birleşip element falan

sonra kişilik gibi.

buyani.

bir burcu köken hikayesi...

böyleyken böyle

ahah şekerim, bugün kesinlikle daha iyi hissediyorum. hayat aç kollarını, ben geldim.

-eğer ki hayatımda kötü bir süreçteysem, ölü taklidi yapıyorum, geçiyor. always works;)

-bir insanın profesyonel olması demek, insaniyetini işe hiç karıştırmaması demek bence. o yüzden ben bu blog sayfam varken hayatta profesyonel olamayacağım mesela. zaha hadid böyle şeyler yazsa gözümden çok düşerdi. tırnaklarını kontrol edemeyen adama ben bina yaptırmam, şahsen söyleyeyim..

-zaha hadid bir, nur yerlitaş iki. bunlar aynı insanlar, buna inancım tam.

-başka bir inancım ise, dünyanın bir deney kabı olduğuna inanmam. bence tanrı dünyadaki bütün canlılara niye yaşadıklarını, amaçlarının ne olduğunu ve ne yapması gerektiğini söyledi, insana ise zeka verdi, bakalım bulabilecek miyiz diye süründürüyo. bulana madalya vercekmiş. ben bu uğurda zıyan olacağım, haberiniz olsun, gençlik gitti elden, hala elde var 0.

-woody allen "dünya herkesin birbirini yediği koskoca bir restorant bana kalırsa" demişti, bütün varolanların ekosistemin dönüşüne hizmet ettiğini vurgularcasına. ona da biraz katılmıştım.

-banyo yaparken su çok hızlı akıyor, yetişemiyorum, sinirleniyorum. ben küvet insanıyım. bana duş olmadı.

-artık yeni nesil hiç keselenmiyor zaten bunu yavaştan sindirdim fakat ağ şeklindeki lif ve duş jeli çok yalan, bari örgü lif ve kalıp sabun konusunda gelenekleri sürdürelim. o vücut gıcırdamadan içime sinmiyor.

-banyo yaparken, (duş almak demiyorum, ben hiçbir zaman o mertebeye vakıf olamadım, bütün sorun duşta banyo yapmaya çalışmamdan kaynaklanıyor zaten) hızlı çıkmayı da kafam almadı. 5 dakikada duş nasıl alınıyor? bir kere önce kirler yumuşasın diye bir sıcak su süreci var, o neredeyse 5 dakika. sonra saçını yıkıyosun diyelim ki orta boyda 3 dakika. iyice durulamak var, 3 dakika. kremliyorsun sonra, onu kafadan bir 5 dakika beklemek lazım. ben bu süreci diş fırçalayarak atlatmayı tercih ediyorum. sonra onu da durulamak 3 dakika. bir kere bundan önce sabunlanmaya geçemezsin, çünkü kremden sonra yağlanıyor vücut. şimdiden 14 dakika etti. sonra vücudunu sabunlamak, durulamak derken minimum 20 dakikadır o. 5 dakikada yıkanıp çıkana inanmıyorum ben.

- bu sebepten şekerim, siz ezikler gibi koşarcasına duş alırken sabahları işe gitmeden önce, ben işten gelince kokteylimi ve kitabımı alıp, bach eşliğinde, uzak doğudan organik kaplarda getirilmiş banyo tuzları ve kullandığım parfümle uyumlu banyo köpüğümle jakuzimde çok mutlu saatler geçiriyor olacağım. dişimi fırçaladığımda da elimle almıyorum tabii ki suyu, bardağım var kenarda duran. hayır çok mu zor işçi sınıfı, bir bardak koymak? cık cık.. (bu noktada referans vermeye üşendiğim kadar çok uzaklarda bir metine sesleniyorum. eğer okuduysan selam ederim=) )

-son olarak, eğer kara büyü diye bir şey varsa ben bir hocaya gideyim ya. bazen şansım öyle ki, beni kompile domuz yağlamış olsalar, bu kadar olurdu diyorum. bunu diyorum yani..

sevgilerle.

11 Ağustos 2011 Perşembe

Gotye- Somebody That I Used To Know (feat. Kimbra)- official film clip (HD)

her gün aradım durdum



yıllardır hiç bu kadar işim olmadığı olmamıştı. yani işlerim yine var, hem de pek çok, fakat erteleme lüksüm var. bu ertelediğim süreci ise kendime çaktırmamak adına tek bir günmüş gibi yaşıyorum. mesela son 4 günümü yataktan hiç çıkmayarak sürekli internet başında geçirdim. ailem de duruma alışmış ki annem yemeğimi yatağıma getirdi. biraz utandım ama anne yani sonuçta, anneyle ayıp olmaz, di mi?=)
yarın hayata yeniden atılmayı düşünüyorum. belki sabah uyanıp bakkala falan giderim. bu gün kendimi hiç o modda görmedim mesela. aseton almam lazım 3 gündür, çıkasım yok. yarın gideceğim.

aslında bahsetmek istediğim şu, bu 4 gün beni sosyal ağ bağımlısı yaptı. sanırım hayatımda daha önce böyle bir döneme girmemiştim. sanki facebook ve twitter duvarları bana ait. insanlar yorum yaptıkça ayıp olmasın diye geri cevap vermem gerekiyor? bir saat falan durgunlaşınca bu akış, moralim bozuluyor, ortam hareketlensin diye resim paylaşıyorum, yıllardır selamlaşmadığımız arkadaşlarıma sanki diyaloğumuz hiç kesilmemişçesine yorumlar yapıyorum, blogları okuyorum, çok lazımmış gibi aklıma geleni yazıyorum, hatta, bugün bir gazetede bir halk forumuna bile katıldım. dün de olabilir bilmiyorum günler birbirine çok benziyor. msn de hiç eskisi gibi değil, nerede o eski msnler?
böyle bir hayat da varmış yani gerçekten.
bir de uzun süre twittera yazmadığımda hep ilk yaptığım yorum beni çok geriyordu. sanki bir grup insan kendi içinde konuşuyorlar da ben bir şey deyince bana bakıp "pff" deyip kafalarını çevirip kendi aralarında konuşmaya devam ediyorlar gibi hissediyordum. bu hislerimde çok haklıymışım! çünkü gerçekten şu an o timelineın aktığı duvar bana ait. biz bir güruh insan burada rahatlıkla konuşuyoruz, aklımıza geleni yazıyoruz. çekinerek, çok düşünerek, imlasına dahi özenerek yazan insanı ise anlıyoruz hemen. merhaba=) Aborjinlerle beraber yaşamış "bir çift yürek" yazarının hissiyatları içerisindeyim.
son olarak, takip ettiğim bloglardan birinin sahibi bir süredir yazmıyor, dün kendisini rüyamda gördüm, ben sürekli girip okuduğum için sıkılmış, yazmayacakmış artık, blogunu kapatacakmış. büyük bir pişmanlıkla uyandım.
böyle böyle şeyler

10 Ağustos 2011 Çarşamba

durmuyor deli yüreğim

mezuniyetimde eniştem bana bir kalem seti almıştı. divit kalemin içine beyaz mürekkep koyup siyah defterime yazma hayalleriyle yanıp tutuşurken, hayır o kadar da piyasanın içindesin, gidip kendime beyaz "rapido" mürekkebi aldım. bilmeyenler için, rapido mürekkebi hemen kurur. olayı odur hatta. divit kalemde bu prensip hiç olmadı. hiç, hiç olmadı. ne zaman ki zaha hadid gibin bir eskiz yapmak istesem hayallerimde, olmuyorrr, olmuyor, o mürekkep ya divitin içinde kuruyor, ya ağzında. gidip yeni mürekkep alıp, bu saçmalığa son verebilecek kadar uygulama pratiği yok bende. başka beyaz kalem almak, siyah defterden vazgeçmek de yok haliyle. eskiz yapasım ya da not alasım geldiğinde önce nerede olduğuna emin olamadığım tıkanıklığın açıldığına emin olana kadar yıkıyorum, sonra da suyun beyaz mürekkepte yarattığı seyreltiklik gitsin, saf beyaz gelsin diye imza zigzagı atıyorum(zigzağı yazamadım, elim varmadı).
sonra da yapacağım işi büyük bir meymenetsizlikle yapıyorum.

sadece bir kız sorunsalı olarak değil, lazım bir uzuv olarak; tırnak

tırnakları düzgün insanlardan olamadım hiçbir zaman. parmaklarıma oranla kısa kaldılar hep, ama denklenebileceklermiş umudunu hiç yitirmedim. ideal bir dünyada, tırnaklarımın boyuyla parmaklarımın orantılı olduğunu hayal ederim ama genel süreç hep şöyle olur;
tırnaklarımı uzatırım, bir tanesi kenarından kırılır, ben hepsini keserim,
tırnaklarımı uzatırım, günü geldi diyerek törpüyle denklemeye çalışırım, hiçbiri denklenmez, ben hepsini keserim,
tırnaklarımı uzatırım, stresli bir günüm gelir, sonunun ne olacağını bile bile, çok az yiyeceğim diye ağzıma götürürüm, ben hepsini yerim,
tırnağım tersine kıvrılır, sinirlenirim, ben hepsini keserim.
hiçbir zaman uzatamam bu vesileyle. asıl problem çok eskilerden geliyor;
yıllardan ilkokul, her pazartesi hala tırnak kontrolu yapılıyor, ve ben her pazar akşamı tırnağın etle buluştuğu noktayı sanki, tırnağın etten ayrıldığı nokta ayıpmışçasına kesiyorum. çok güzel kesicem ben, en güzel kesicem!
al işte en güzel sana, salak. tırnaklarımın etle buluştuğu nokta gerileye gerileye bu günlere geldim. görsellerle desteklemek isterdim sevgili okuyan, ancak şimdi fotoğrafını çekerken düzgün görünsün biraz diye gireceğim çaba, kaşıyamadığım sinek ısırıkları olarak bana geri dönecek.
kabul etmeliyim ki benim tırnaklarım bu kadar. sonra da dünyama mutlu devam etmeliyim. sürekli o ideal dünyaya gitme çabası ve bütün hayatını buna giden olmuyorluk içinde yaşamak en küçük parçalarımda bile kendini aynı homejenlikle gösteriyor. gerçeği kabul edememek konusunda böyle bir istikrar. bilemiyorum.


7 Ağustos 2011 Pazar

no-topia

özgürlük deyince, hep uçtuğumu hayal ederim. önümde engin bir gök yüzü olur, tanıdığım başka hiç bir imaj yoktur çevremde. bir yerlerden çıkmışımdır, bir yerlere uçuyorumdur. eğer ki ayaklarım yere bağlanırsa, ait olduğumu hissedersem, artık o özgürlüğün imajı olmayacaktır çünkü.
yani, kendimi anlamaya çalışırsam, benim anladığım özgürlük, aidiyet kavramının zıttı.
sanırım kendimi hiç özgür hissetmedim bu yüzden. ve ne zaman gitsem, özgürlüğümü kazandığımı değil, aidiyetimi bıraktığımı düşündüm.
bu noktalarda "..acı çekmek özgürlükse, özgürüz.." diyerek gidenleri uğurluyorum.

5 dakikada değişir bütün işler..

yıllar önce, ben küçükken, bir komşumuz vardı. bir oğlu ile bir kızı benim akranlarım ve çok yakın arkadaşlarımdı yıllarca. bundan sebep hep görüşürdük. sonra bir gün taşındılar. bir apartman çocuğu olduğum ve bu sebepten mahalle arkadaşlığını hiç yaşayamadığımdan bu gidişleri beni çok etkiledi haliyle, aynayla konuşma hastalığım o günlerden kaldı bana=)
gidişlerinin sebebi ise, benim anladığım haliyle, belki de gidişleri kadar etkilemiştir hayatımı. hikayeleri ise şöyle;
apartmanımızın altında kullanılmayan odalar var. o zamanlar apartmandaki tüm erkekler o odalara inip sabah 3e 4e kadar oyun oynarlardı. okeydir, efendime söyleyeyim bataktır. illegal bir kahve gelişmişti orda, hiçbirimiz babalarımızı göremiyorduk ve bütün kadınlar acayip fitildi=) ama babalar mutluydu hallerinden, hepsi birbiriyle iyi anlaşan kafa insanlardı -ki bu durum sürüyordu diye hayal ediyordum. sonradan öğrendiğim kadarıyla, arkadaşımın babası ben taşınacağım demiş, kimse "kal, nereye?" dememiş. sonra taşındılar. bu hikayenin bilmediğim kısımlarını kendi kendime tamamlayıp buna çok inandım. aslında arkadaşımın babasının taşınmak gibi bir niyeti yoktu ama bir şekilde ayak uyduramadığını hissetti ve sırf birileri ona orda "kal" desin, istendiğini bilsin diye taşınmaktan bahsetti. bence o da bu kadar bir tepki vermek istememişti. çok basit bir anı, çok yanlış değerlendirmişti herkes.
arkadaşımın babası gidince, babamlar da nedendir bilinmez, dağıldılar. bir daha orayı kullanmadılar. herkes sebebini fitil olmuş kadınlar diye bilse de, ben hiç öyle sezmedim.
hayatta çok küçük anlarda çok büyük değişiklikler yaşayabiliyoruz ve bunlar olacaklar. bazen her şey bu kadar basit olabiliyor, yaşanacaklar yaşanacak.
adam da gururlu bir adammış öte yandan. ben hep böyle inandım. belki babamlar da bizi sattı pezevenk diye düşünüyolardır. ihtimaller bitmezken, hayat uçup gidiyor sevgili okuyan. kıssadan hisseni aldın umarım.

26 Temmuz 2011 Salı

alttan alttan mesajlar alıyorum.

















bugün alışveriş yaparken gördüm kendisini. tanıştırayım, ariel PROFESSIONAL. zaten geniş omuzlarından, yeni model kafasından ve üçgen gövdesinden anlayacağımız üzere bu profesyonel ve piyasadakilere benzemeyen bir leke çıkarıcı.



















bunu ise bir arka reyonda gördüm. bunun profesyonel olmak gibi bir kaygısı yok tipinden de anlaşılabileceği üzere. biraz da kadına mı benziyor ne?

25 Temmuz 2011 Pazartesi

a non-person

woody allen izledim bütün hafta. bütün filmlerinde -rol alsa da, almasa da- woody allen'ı görmek çok mümkün. çevresine uyum sağlamak için çevresindekilerin şeklini alan, "bukalemun insan" olarak teşhis edilmiş "zelig", izlediklerimin arasında beni en etkileyen oldu. aslında şimdi böyle yazınca çok çiğ bir gönderme ama woody allen filmlerinde göndermelerini çok dolaylı yapmıyor zaten. hicvedilen konu genelde çok net oluyor. bir de bu konuların üzerinden o dönemde henüz defalarca geçilmemiş olduğunu da göz önünde bulundurmak gerek.
filmde bazı replikler allen'ın dehasına hayran olmamı sağladı. filmlerinin çoğunda verdiği "çevremdeki kadınlar benimle deham yüzünden beraber oldular" mesajını kendime de sorgulatmadı değil bu durum=) ama woody allen, çok çirkinsin. sempatik bile değilsin, o derece. yine, çokça bahsettiğin sex yaparken televizyon izleyen kadın sendromunun başına neden geldiğini de anlamak zor değil. öte yandan cidden dahi adamsın. arkadaş kalalım.
az sonra okuyacakların, bence seni de anlatıyor beni de. kendin hakkında öyle düşünmüyor olabilirsin tabi.
...zelig'in öz varoluşu aslında bir var olmayıştır. kişilikten yoksun insani nitelikleri o kadar uzun zamandır hayatın hengamesinde kaybolmuştur ki, hep tek başına oturur, sessizce boşluğa bakarak... bir sıfır, bir gayri-insan, rol yapan bir ucube... bütün istediği uyum sağlamak, ait olmak, düşmanlarına görünmez olmak ve sevilmektir. ne uyum sağlayabilir, ne de aidiyet yaşayabilir. düşmanlarının denetimi altındadır ve umursanmadan durur...
woody allen, zelig(1983)

18 Temmuz 2011 Pazartesi

çadırımın üstüne şıp dedi damladı


yıllardan bu yıl. bursa terminalinde otobüsün gelmesini bekliyorum. rötar yapmış ve çok yorgunum. tentenin altında boş gözlerle etrafa bakıyorum. altında oturduğum durağın üst kısmından periyodik düşen su damlalarına takıldı gözlerim. alt tarafında ufak bir gölcük oluşmuş. periyodunu da ezberledim. bir harmoni içerisindeyiz kendisiyle nedense, içsel bir bağımız oluştu. sonra bir kadın geldi, o gölcüğün tam üzerinde, periyoduna göre düşmesine 4 saniye kalan damlanın altında oğluyla konuşmaya başladı. beni inanılmaz bir gerginlik aldı o su kadının üzerine düşecek diye. kendi içimde ciddi gel-gitler yaşadım. kadına söylemeli miyim? söylersem ne olacak, şekerden değil ya, bir damla su, düşünce çekilir, ay ama bak neredeyse düşecek, aman bana ne canım, ay yok ama düşmek üzere.. düşüncelerinin arasında ben gerginlikten ölmek üzereyim. kadın o kadar pervasız ki, büyük bir rahatlıkla oğluyla konuşmakta orada.hiç haberi yok. kadına da alttan kızgınım sanırsam=) beni geren kadına düşmesi değil o damlanın, bir türlü düşmemesi. hayır biliyorum, periyodu 12 saniye. yaklaşık bir dakika önce düşmüş olmalıydı, hele ekstra titreşimler falan, neden düşmüyorsunduğğğğğğğ?
gerçekten gerginim. damla tir tir titriyor. kadın bir kahkaha atıyor. kesin düştü diyorum. hayır, hala titriyor. böyle bir iki dakika geçiyor. ve kadın üzerine o damla su düşmeden oğluyla vedalaşıp ayrılıyor. kadın gölcüğün üzerinden çekildiği an, o damla yere düşüyor ve büyük bir kısmı bana sıçrıyor.
??!!!???###3^^^^
bence bir mesaj vardı ama ben pek anlayamadım. odur budur, biraz başka bir insanım ama.